top of page
Yazarın fotoğrafı: cingilercingiler

Çılgın bir şey fark ettim. Ya beyin rastgele takılıyorsa ve bizim yıllarca düşündüğümüz öğrendiğimiz yapılar yüzünden bu rastgelelik bi şekilde bizi rahatsız, mutlu, mutsuz, her ne ise ediyorsa. Yani şöyle, az önce bir tweet attım, tam olarak şöyleydi: "Bir ben yok benden içeri. Ben varım ve bana konuşan kısımlarım var. Onlar ben değilim, ama tüm sesler benim." (ki bu tweet tüm bu yazıdan daha bir arada ve anlamlı bir yapı olarak duracak.). Ne demek istedim burada? Kendi halimde bile duruyorken bilincime bir şekilde görüntüler, sesler, fikirler düşüyor, ve "ben" , yani "bilinçli ben" bunları tecrübe ediyorum. Varsayımım genelde "zihnim bana bir şey anlatmaya çalışıyor" şeklinde oluyor, fakat başka bir ihtimal daha var, o da bunların hepsinin rastgele olması. Yani beyin aktif bir yapı, sürekli kimyasallar salınıyor, sürekli bir sinyaller geliyor gidiyor, bir yerler aktive oluyor, bu aktivasyon çevreye yayılıyor belki falan. Böyle bir elektrokimyasal kakafoni. Belki de bu rastgelelik içinde bazı yerler kafasına göre aktive oluyordur, ne bileyim o an GABA salınacağı tutmuştur ve alakasız bir sinapsa da denk gelmiştir falan ve ben lisemin performans salonundan bir şeyi hatırlıyorumdur (Şu an aklımda bu işlerden anlayan bir arkadaşım beni dövüyor). Ben de oturup şey diyorumdur: "Lisemi özledim herhalde". Yani anlamsızlıktan anlam yaratıyorumdur, ne bileyim dua edince yağmur yağıyor ve ben yağmurun benim yüzümden olduğuna inanıyorum gibi.


İlk cümledeki ikinci olay:Peki ya rastgelelik içinde ne hissedeceğim o kadar da rastgele değilse?


Öncelikle, bir uyarıda bulunmalıyım: Biyopsikoloji ve "Öğrenme ve Hafıza" adlı iki dersi olabilecek en iyi notla geçmiş bir öğrenci olarak, bu konuda muhtemelen düzgün miktarda bilgim olması gerekmesine rağmen aslında pek de düzgün bir miktarda bilgim yok, aklımda sadece kalmış izlenimler var. O yüzden konu hakkında bir fikriniz yoksa yazdıklarımı biraz sorgulayarak okuyun lütfen. Muhtemelen her şeyi biraz sorgulayarak okumamız gerekiyor zaten.


Şimdi. Hepimizin bildiği bir şey var: İnsan - ve diğer canlılar- öğrenebiliyor. Çılgın bir olay biliyorum. Şimdi bunun olabilmesi için altında yatan bir mekanizma olması lazım (bu cümleme inanmakta zorluk çekiyorum, bir oluşun olabilmesi için altında yatan bir mekanizma olması şart mı gerçekten? Şimdilik boş vereceğim.), peki bu mekanizmanın ne olduğunu biliyor muyuz? Eeeh, gibi gibi. En azından bildiğim kadarıyla cevap "gibi gibi". Yine de bildiğim yerden alırsak ana fikir sinir hücreleri arasındaki boşluklar ile ilgili olduğu yönünde. Bir resimle ele alırsak:



Üstte bir nöron (sinir hücresi) var, altta başka bir nöron var, bunlar arasında da bir boşluk var. Bu boşluk bir sinir hücresine elektrik olarak gelen sinyalin kimyasala dönüştüğü yer. Burada üstteki sinir hücresi bir şekilde bazı nörotransmiterler/hormonlar salgılıyor ve bu boşluğa salınan moleküller diğer sinir hücresine geçiyor ve sinyal devam ediyor. Fikir şu ki: Bir şekilde bazı olaylar tekrarlandığında bu olayların bir şekilde çalışmasına, aktive olmasına sebep olan nöronlar arasında bir çeşit "bağ" oluşuyor ve bu bağ bu olay gerçekleştikçe güçleniyor. Yani mesela bir fareye kırmızı renkte bir şey gösterip hemen ardından elektrik verirseniz, hayvancağızın beyninde kırmızıyla ilgili nöronlar ile acı ile ilgili nöronlar arka arkaya çalıştığı için bir şekilde bunların arasında bir bağ kuruluyor ve fare bunların arasındaki bağı öğrenmiş oluyor. Bu bağ kurulması olayını da bu nöronlar arasındaki nörotransmiter alışverişindeki değişim ile olduğunu varsayıyoruz/biliyoruz. Yani muhtemelen öyle bir değişim oluyor ki, bir şekilde o fare kırmızı ile ilgili bir şey gördüğünde bu kolaylaşan iletişim sayesinde elektrikle ilgili nöronları da aktive oluyor, çalışıyor (veya elektrikle/acıyla ilgili nöronları daha kolay aktive oluyor). Buna da Hebbian Öğrenme diyoruz, psikoloji öğrencilerine bu durumu "What fires together wires together" diye öğretiyorlar, yani "Birlikte çalışan nöronlar, birbirleriyle bağlanırlar". Bunun doğru olduğunu varsayalım. Yani, eğer yanlış anlamıyorsam, öğrenmenin belli uyaranlara karşı bir çeşit kolay aktive olabilme olabildiğini varsayalım. Bununla ilgili karşı çıkılabilecek noktalar olduğunu hissediyor gibiyim, ama yine de durumun dediğim gibi olduğunu varsayalım. Bu noktada şununla karşılaşıyoruz: Beyinde tecrübe edinilen olaylar sonucunda bir şekilde aktivasyonu, çalışması kolaylaşmış ve birbirini etkileyen nöronlar var, bu nöronların açtığı yollar var, tıpkı bir nehrin açtığı kendi yatağı gibi, beyinde gelen sinyalin akmasının daha kolay olduğu yollar var. İlk kısımla birleştirirsek bu ne demek oluyor? Eğer beyinde rastgele salınımlar oluyorsa ve alakasız kısımlar bu rastgele salınımların sonucunda bu rastgele salınımları yapan nöronlarla geçmiş tecrübeden dolayı daha kolay etkileşime girebilen nöronlar aktive olabiliyorsa bunun sonucunda biz, insanlar, beynimizde rastgele gerçekleşen olaylar yüzünden daha önceden öğrendiğimiz şeyleri tekrar tekrar yaşıyor, yeniden aklımızda gerçekleştiriyor olabiliriz. Buna verilebilecek bir örnek şu olurdu: Beyinde dışarıdan gelen uyaranlar yüzünden, vücudun bir şekilde kontrol edilmesi gerektiğinden veya sadece uyanık olduıumuzdan dolayı, sürekli bir şekilde rastgele sinyaller aktığı için görece alakalı olan ama bilinçte tam bir karşılığı olmayan bir nöron aktive oluyor ve sonra o nöron bir şekilde bize korku hissettirecek başka bir şeyi düşündürecek güçlü bir sistemi aktive ettirecek bir nöronu aktive ediyor ve "ya İsviçre çikolatasından oluşan canavarlar beni ele geçirirse" diye düşünmeye başlıyoruz, bu durumda aslında bildiğimiz bir sebep yokken bir şekilde İsviçre çikolatasına karşı olan korkumuzu hatırlatan nöron aktive olduğu için kendi kendimize korkmaya başlıyoruz, fakat aslında hayatımızda ne İsviçre çikolatası var ne de korkacak bir şey, sadece beynimizde olan ve bizim korkumuzla sonuçlanabilecek bir sistem yanlışlıkla ve hatta rastgele bir şekilde aktive oldu, tüm olay bu, peki neden bu alan aktive oldu? Çünkü küçüklüğümüzden beri İsviçre çikolatasından korkuyoruz, küçükken çikolata kazanına düşmüşüz ve bir daha unutamamışız falan. O bağ çok kuvvetli ve bu yüzden onu tetikleyecek bir şeyle aktive olması çok olası. İşte ben de diyorum ki, belki de tüm rastgele akla gelen düşünceler, üzücü şeyler veya random fikirler anlamlı bir sebepten, bilinçaltının bir çağrısından, talebinden çok belki de sadece bazı zihinsel bağların daha güçlü olmasından ötürü kolay aktive olabilmesindendir, belki de sadece "o şekilde düşünmek" daha kolaydır ve bazen bu yüzden kendi kendimize bu şekilde düşünüyoruzdur.



Özetle, çok da şey yapmamak lazım, bir şeyler oluyor ve gidiyor, bilinç bir yol geçen hanı ve geleni gideni kontrol etmenin çok da bir yolu yok.




İnsan kısmı bir misafirhane,

Her sabah yeni birisi gelir.


Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik,

Aniden farkına varmak bir şeyin,

Hepsi beklenmedik misafir.


Hepsini karşılayıp eyle!

Evini vahşetle süpürüp,

Bütün mobilyalarını boşaltan

Bir kederler kalabalığı bile gelse.


Her geleni alnının akıyla misafir et.

Olur ki yeni bir zevk getirmek için

Boşalttılar evini.


Karanlık düşünce, utanç ve garez,

Hepsini gülerek karşıla kapıda

Ve buyur et içeri.


Minnettar ol her gelene

Kim gelirse gelsin.

Çünkü bunların her birisi

Öte taraftan bir kılavuz

Olarak gönderildi.


Mesnevi'den , Vehbi Taşar çevirmiş.



Felsefede ciddiye alınması gereken tek bir problem vardır: Anlam. Anlam nedir? Yaptığım eylemlerin anlamı var mıdır? Hayatın anlamı nedir? İnsan çabasının, insan eylemlerinin, var oluşunun, düşüncesinin bir noktada bağlandığı, deyimlerle bulanan, kesinliği elde tutulamayan bir kavram. Basit bir tembellik yapıp buraya sözlük tanımını koyabilirim. Yapmayacağım.


Anlam, benim şimdiye kadar yaşadığım süreçte anladığım kadarıyla "bazı sembollerin ve varlıkların zihinde sembolleşmesinin bilinçteki karşılığı" oluyor, yani bir örnekle açıklarsam: "Güneş" kelimesini görünce neyden bahsettiğini anlamanız - yani dışarıda var olan ayrı bir varlık olarak her gün duyumladığınız (gördüğünüz, teninizde hissettiğiniz) yıldız - sembolün (yazı olarak gördüğünüz kelimenin) bilincinizdeki karşılığı oluyor. (Gottlob Frege'nın Sense and Reference'ta bahsettiği de bu oluyordu sanırım, bundan sonraki cümlede dediklerime değiniyor mu emin değilim, makaleyi hiç bitirmedim.) Öte yandan, Güneş'e baktığınızda doğrudan dışarıdaki bir varlığı görüyor olsanız da Güneş'in gözlerinize düşen yansıması artık bir uyaran olarak zihninizin bir parçası olduğundan yeniden az önce dediğim şekliyle "sembolleşiyor" (ki sanırım sembolü bir çağrışım yapabilme şansı olan herhangi bir uyaran anlamında kullanıyorum, şu an fark ettim) ve bu sembolleşen uyaran sizin zihninizde başka çağrışımlara sebep oluyor ve bir anlam kazanıyor. Örneğin, "bu Güneş" diye basit bir şekilde aklınızdaki isimlendirme bile yeni bir bilgi ve bilişsel tecrübe katıyor duruma, bunun dışında biraz vakit geçirirseniz "Dünya'nın çevresinde döndüğü yıldız", "şu an ısınmama sebep olan şey", "çok durursam tenim yanacak" gibi fikirler hatırlıyorsunuz ve bunlar genel "Güneş" kavramının parçaları olarak, kavramı "anlamlı" hale getiriyor. Yani iddiam şu ki: Bir şeyin anlamı onun bizim zihnimizdeki karşılıkları ile var oluyor.


(Sembolün anlamı ile ilgili bir şeyler daha eklemem gerekirse: Örneğin Kanji'deki "güneş" karşılığına gelen sembolü gören bir kimse bunun Güneş'i işaret ettiğini anlamayabilir, fakat bir Asya diline ait olduğunu tahmin edebilir, yazı olduğunu anlayabilir, yine bir anlam üretebilir baktığı şeyden. Ki bu durum da ilginç bir olayı gösteriyor: Var olan ve bir grup insan için "anlamlı" olan bir sembol, başka bir grup için aynı anlamı taşımadığı için ve anlamı da bilinmediği için "dışarıda var olan bir varlık" olup , benim "zihnin sembolleştirmesi" dediğim süreçten geçip alakasız denilebilecek şeylerin anımsanmasıyla biraz anlam kazanıyor, ya da hiçbir karşılığı olmadığı için bireye "bu nedir? sizce ne anlama geliyor?" diye sorduğunuzda "Bilmem, anlamsız" diyebiliyor (ki bu karşılık bile çok ilginç çünkü kişinin cevabı "Zihnimi yokladım ve bende bir karşılığı yok" demek bir noktada.) . Bu kısmı yazarken fark ettiğim bir şey de: Sembol/varlık ayrımını yapmanın gereksiz olma ihtimali, belki de bazı Cognitive Scientist'lerin dediği gibi gerçekten olay "symbol pushing"tir, yani zihinsel süreçler ve hesaplamalar alsında bir sembolü alıp onu işleyip başka bir şeye dönüştürmektir, fakat bu durumun şöyle bir sıkıntısı var: Semboller kendi hallerinde hiçbir şey "ifade etmiyorlar" diye varsaymak çok kolay. Anlamı üreten yer insan beyni/zihni/varlığı, yine de var olan tüm uyaranlara bir "sembol" muamelesi yapıp, anlamın zihin tarafından eklendiğini söyleyebiliriz sanırım, ki şu an dediğim şeyin o kadar da tutarsız olmadığını görüyorum. Anlamı zihin üretiyor, anlam bizim bildiklerimizden geliyor, bilmediğiniz şeye de bildiğiniz şeylerden,anılardan falan anlam uydurabiliyorsunuz. Örnek: Klavyenin ne olduğunu bilmiyorsanız muhtemelen ya sesiyle eğlenilecek bir eşya olarak kullanırsınız ya da birisini dövmek için silah olarak taşırsınız. Veya daha iyisi: Bir yazıyı okurken yazılanların yazılma sebebini, o alanın geçmişini bilmediğiniz için yazılanları tamamen yanlış anlayabilmemiz. Ya da daha da iyisi: Bilmediğimiz kelimelerin anlamını bağlamdan çıkartma çabamız ve bazen tutması, sanki konseptlerin aralarında sabit boşluklar varmış ve orayı buluyormuşuz gibi!)


Anlamın zihin tarafından nasıl üretildiği konusunda gram fikrim olmadığı için o kısma girmeyeceğim. Baktığımız şeylerin sembolleşmesi ve çağrışımlar yapması bilişsel bilimde fikrimiz olan bir konu, ondan bahsedebilirim: İlginç bir şekilde, muhtemelen beynin organik bir şey olmasından ötürü, bir konu hakkında düşündüğünüzde, eğer yanlış bilmiyorsam, aktive olan alanların yakınındaki alanlar da aktive oluyor, böyle yayılan bir aktivasyon süreci oluyor, dolayısıyla -şu an tamamen spekülasyon yapıyorum- örneğin bir şeyi hatırladığımızda veya gördüğümüzde alakalı diğer olaylar, kavramlar ve bilgilerin toplamının bir kısmının da zihinsel sürece dahil olduğunu varsaymak çok yanlış olmasa gerek, alakalı yerlerin yakın olduğunu umarak yazıyorum tabii ki, yakın olmayabilirler, belki de sadece alakalı alanlar da bir şekilde konseptin "alanına" bağlı olduğu için sürece dahil oluyordur. Ben bilmiyorum. ( Ama yanlışsam da edit olarak yazının sonuna ekleyeceğim, dursun orada.) Bu paragrafın tamamen spekülasyon olmasını engellemek için şunu diyeyim: Priming, "öncülleme" diye bir konseptimiz var psikolojide, bir olaydan önce insanlara muz gösterirseniz, sarı şeylerle ilgili bir şeylerde daha hızlı tepki veriyorlar, zihin bir şekilde buna hazırlanmış oluyor. (Sarı gösterip muz buldurma deneyi yapmak daha mantıklı muhtemelen) Dolayısıyla, anlam çağrışımlarının bunun daha güçlü bir haliyle olduğunu varsaymak umarım ki çok yanlış olmaz.



Özetle bu resimdeki gibi bir ilişki hayal ediyorum, bu resimdeki insanlardan birini hatırladığınızda/gördüğünüzde o kişinin varlığı diğer bilgileri/konseptleri de bir noktaya kadar anımsatıyor ve bunlar toplamı/bir araya gelişi sizin için o kişinin anlamını oluşturuyor. (Anımsama tamamen bilinçli olmak zorunda değil bu arada.)



Hayat



Bu noktaya kadar anlam konusundaki fikrimi belirttim. Anlam benim için "zihnin" ürettiği bir şey, ne olduğunu söyleyemesem de yaklaşık nasıl oluştuğunu ve bir sembol ya da varlık karşılığında ortaya çıkan "bir his" olduğunu düşündüğümü, en azından böyle tanımladığımı söyledim. Tamamen haksız olabilirim. Yazdıktan sonra öğreneceğim onu. Şimdi, hayat.


"Hayatın anlamı nedir", fazla klişe, fazla üzerine çok şey yüklenmiş, çok dalgası geçilmiş, ama yine de bir şekilde hâlâ hayatımızda olan bir soru. Bu sorunun neyi kastettiğini bilmiyorum, insanların akıllarındaki karşılığı birbirine yakın kavramlar mı, onu da bilmiyorum. Yine de şansımı deneyeceğim.


Küçük bir yan not da ekleyelim: Anlamın insan zihni tarafından üretildiğini iddia etmekle beraber, aynı sembollere denk gelen anlamların herkes için farklı olduğunu iddia ediyorum çünkü herkesin tamamen aynı beyinle/zihinle doğmuş olsa bile -ki doğmuyorlar muhtemelen- hayat tecrübelerinin farklı olmasından dolayı tüm kavramların veya tüm anlamı olan şeylerin zihinlerinde tamamen aynı olamayacak ilişkilerle kurulduğundan asla aynı olamayacağını düşünüyorum. Benim "arzu" dediğimde anladığımla sizinki kesinlikle aynı değil.


Öncelikle soruyu ele almamız lazım. Sorunun kendisi biraz sıkıntılı bence, ama deneyelim: "Hayatın anlamı nedir?" Bu soru muhtemelen bir kavram olarak "hayat" ne demektir diye sormuyor, o yüzden bu ihtimali atlıyorum. Aklıma gelen diğer bir ihtimal ise "hayatın amacı nedir?" veya "hayatı yaşamaya değer kılan nedir?", "bir insan neden yaşar, ne için yaşar?" Bunun cevabı da çok basit aslında, özellikle varoluşçu felsefeyi akılda tutarak hayata bakınca: Ne için yaşıyorsa onun için. Bu yeterli olmuyor ama, bir cevap olarak insana iyi hissettirmiyor. "Nasıl yani gerçekten bir anlamı yok mu hepsinin" deme isteği doğuruyor insanda. Bu soru da aslında yaptığımız her şeyin, yaşadığımız hayatın arkasında bir şey daha olması isteğini gösteriyor sanırım. Yani var olan eylemler sanki daha büyük daha "derin", farklı bir amaca hizmet etsin, bir yola girsin diye uğraşıyoruz gibi. Sanki hepsinin bir açıklaması, bir nedeni olabilirmiş gibi. Bu amaç, açıklama ya da nedeni arayıp var olandan daha büyük bir “anlam”a, yukarıda sunduğum anlam kavramı üzerinden gidersek, “hayat” kavramına yeni bir bilgi eklemeye niye ihtiyaç duyduğumuzu bilmiyorum, ama psikolojiden bildiğim bir şey bu tüm bu sorunun açıklaması olabilir diye düşünüyorum: Need for closure. Yani insanın belirsizlik karşısında bir cevap bulma ihtiyacı. (Tanımı Wiki’den çaldım) Eğer ki böyle bir ihtiyaç varsa, ki hepimiz bir noktada tecrübe etmişizdir bu ihtiyacı, bu durum “hayatın anlamı” arayışını açıklıyor gibi duruyor. Yani, bir arkadaşınızın size neden küstüğünü bilmediğinizde yaşadığınız his, anlamlandıramadığınız olaylara karşı yaşadığınız o hissiyat, hayatta da sizi yakalıyor ve öğrenmek istiyorsunuz belki de “neden buradayım” diye.

Yazıyı bitirecek olursam, ki bitmeli sanırım çünkü fikirlerim tükendi gibi ve işin içinden çıkamıyorum: Anlam bence, yukarıda dediğim gibi bir araya gelen semboller ve bunların bilince bir şekilde yansıyan karşılıkları, bu tanımın kesinlikle yeterli olmadığının farkındayım, fakat yine de bir şekilde “sense” ve “reference”ın dışına çıkmayı zorladım, becerememiş olabilirim, kimse hiçbir katkısı olmamış olabilir yukarıdaki yazının. Sonra, bu sunduğum anlam tanımını “hayatın anlamı nedir”e uygulamak istedim, çünkü amacım şeylerin anlamlarının insanın kendi yaşamıyla zihninde üretilen şeyler olduğunu gösterip bunu “hayat” a uygulayıp, hayatın anlamının ancak bizim ondan ne anladığımız olduğunu söylemekti -ve bir noktada Camus’yü falan haklı çıkarmaktı sanırım ya da ona bir şeyler eklemekti, diss atmaktı- galiba ama yapamadım, çünkü “hayatın anlamı ne” nin aslında “anlam” sorusu olmadığını düşünerek ilerledim ve aranan şeyin akılda olan bir kavrama eklenmeye çalışan yeni ve daha “tatmin edici” bir bilgi olduğunu iddia ettim fakat şu an fark ediyorum ki : Bu adımdan sonra, sorulan sorunun daha çok varoluşun amacını veya sebebini bulma çabası olduğunu iddia ettim ve bunun da yaşanan belirsizliğe anlam katma ihtiyacından kaynaklandığını söyledim. Yani insanın belirsizliği çözme şeklinin yeni bir bilgiyle çözme çabasından, bunu da hayat kavramına eklenecek yeni bir bilgi ile yapıyor. Dolayısıyla soru, Japonca bilmeyip Kanji karaktere bakan bir kişinin diyeceği gibi “tamam bu bir şekil, ama bunun anlamı ne?”ye benziyor, ama hayat muhtemelen birisinin yazdığı ve önceden anlam yüklediği bir şekil olmadığı için hepimiz “404: Not Found” ile yaşamak zorunda kalıyoruz. Hayat, müzik aletine dönen klavyeler gibi, biz onunla ne yaparsak o olmuş oluyor. İyi dersler arkadaşlar




Güncelleme tarihi: 13 Haz 2020

Bazı akşamlar var. Balat Ormanı'nda. Hava o yazı oluşturan çamlar ve otlar gibi kokuyor. Yer toprak, kuru otlar, belki kurumuş çam yapraklarıyla kaplı. Bir oraya bir buraya yürüyorsun. Karmaşık. Yorgunsun. Çok karmaşık. Bir daha geri gelmeyeceğini bilmiyorsun. Orada bir tanıdık var, burada da. Sürekli eski tanıdıkları görüyorsun. O zamanlar o kadar eski de değiller zaten. Bir huzur var. Bir huzursuzluk var. Yanında sevgilin. Diğer yanında bir arkadaşın. İzmir'den gelmiş. İstanbul'a gidip gelmişsin. Kuru otla kaplı toprak. Büyük Ev Ablukada çalıyor, dans ediyorsun. Bir şeyler güzel gibi. Bazı şeyler güzel gibi. "Yaşlanıyor muyuz?", "Sanki eski festivaller gibi değil". Akşam rom. Akşam kavga. Akşam hiçbir şey. Yine de mutlu anlar, mutlu gözüken fotoğraflar. Düşününce hangi yıl olduğunu bile bilmiyorsun. Olduğunu ve bir daha olmayacağını biliyorsun sadece. Melis Danişment sahne alıyor, pahalı bir limonata satın alıyorsun.


Sonsuza dek Melis Danışment sahne almıyor.


O sarı otlarla karışık kahverengi toprağı hatırlıyorsun.

© 2020 Oğulcan Cingiler

bottom of page